BİR BAŞKA YER ÖZLEMİ
Uzun zamandır böyle.
Dünyada herşey bir başka şey anlamına geliyor.
Garip olmayan ne?
Şimdi her gün, içimde yeni nehirlerin açıldığını hissediyorum.
Garip olmayan ne?
Uğultular, uğultular içeri akıyor
Daha derine, içimde daha derine.
OUI JE SUIS, ANTONIN ARTAUD
Kitap yazmadan kitap yazmanın, sanat yapmadan sanat yapmanın, müzik yapmadan müzik yapmanın çok büyük bir ödülü vardır. Ama çoğu insan bu ödülü alamadan ölür çünkü hayatsız bir hayatta üretmeden üretmeye maruz kalmıştır.
YENİ KAÇIŞ HATLARI
“Güvenli Bir Yer” Hırvatistan yapımı, 2022 yılına ait oldukça ağır bir film. Film başlangıçta, Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus ile başlattığı Kapitalizm ve Şizofreni ciltlerindeki psikanaliz eleştirisinin izdüşümü gibi çalışacakmış gibi görünüyor. Filmde intihara teşebbüs ettiği için uyduruk devlet hastanelerinde uyduruk doktorlarca uyduruk bir şizofreni tespiti konan bir hasta var. Hastane/psikanaliz/devlet zorbalık-üçlüsü sayesinde sindirilmeye çalışılan hastamız bu eziyete - “ne olduğunu anlamasak da seni mutlaka tedavi edeceğiz” eziyetine ancak bir gün dayanıyor ve seçtiği kaçış hattında başarılı oluyor. Sermayenin önce şizo, sonra sermayenin üretimi için şizodan “sağlıklı” insan üretme çabası, o hiç eksilmeyen aile sevgisiyle birleştiğinde beklenen o izdüşümü sadece yere düşüyor ve izi derhal kayboluyor.
Dost üçlünün üstümüze görev olarak yüklediği hayatta kalma mücadelesi hayatta kalma karabasanına dönüşüyor. Dostlar, yeni kaçış hatları üretmemiz gerekiyor.
SANATÇILARIN DİKKATİNE
Deleuze ve Guattari Felsefe Nedir?’e yazdıkları önsözün henüz ilk sayfalarında günümüzde felsefenin birçok rakiple karşılaştığından söz ederler. Beşeri bilimler en büyük rakiptir ama sosyoloji birinci sıradadır. Çağdaş felsefe evrensellerle uğraşayım derken, sosyoloji ve benzer bilim dalları, felsefenin başlıca görevi olan yeni kavram yaratma görevine el koymuş, ancak kavram yaratayım derken epistemolojinin sık sık içine düştüğü tuzağa düşmüştür. Bilimsel olarak kanıtlanabilecek, formülüze edilebilecek kavramlar yaratmak. Oysa benim Kavramsız Negativite adlı kitabımda açıklamaya çalıştığım gibi kavram yaratımı ancak kavrama sığmayan, kavramın dışında kalan şeylerle birlikte düşünüldüğünde bir yaratı olur. Bu açıdan, kavramsız negativitenin kavramsızlığı kavramı deli gömleğine sıkıştırmayan bir olumsuzlama gerektirir. Çok yönlü, çok katmanlı bir olumsuzlama, ilişkisellik ve ilişkisizlik söz konusudur. Deleuze ve Guattari bilhassa neoliberalist politika, ekonomi ve yaşam biçimlerinin ayyuka çıktığı günümüzde kavram yaratımının artık tamamıyla bilgisayar bilimi, iletişim, pazarlama, tasarım ve reklamcılık alanlarına teslim edildiğini belirtirler. Özellikle pazarlama, kavram ve olay arasındaki ilişkiyi yeniden düzenlemede ön plana çıkar. Pazarlama faaliyetleri sonucunda kavram, bir dizi ürün teşhirlerine (tarihsel, bilimsel, sanatsal, cinsel, pragmatik); olay ise bu türlü teşhir alanlarının farklı şekillerde nasıl sergileneceği meselesine dönüşür. Kavram ve olay’ın bir araya gelmesi ise içi boş bir fikir alışverişinin desteklenmesiyle gerçekleşir. Olay dediğimiz şey sergilere, kavram dediğimiz şey ise satılabilecek ürünlere dönüşmüştür. Eleştiriyi satış promosyonu ile değiştiren bu genel eğilim karşısında Felsefe de etkilenmeden kalamamıştır. “Simulakrum, bir paket makarnanın simulasyonu gerçek kavram; bu ürünü, malı ya da sanat yapıtını paketleyen kişiyse filozof, kavram üreten kişi ya da sanatçı olmuştur. Adına felsefe dediğimiz bu ihtiyar adamcağız kavramın pazarlanabilir biçimini belirleyecek, iletişimin evrensel kurallarını keşfetmek için koşuşturan genç iş adamlarıyla nasıl yarışabilir?
ŞİDDET
Nazi Almanya’sına dönüştürülen yerde Yahudiler yok ama onların yerine sokak hayvanları var. Arendt’e başvuralım: şiddetin sıradanlaşması için bir hedef kitle yaratmak yeterlidir. Sokak hayvanları - ki bu barbarlara göre sahipsiz ve malsız mülksüzdürler – o zaman katledilmeyi hak ederler. Şimdi görün siz katliamı, dalga dalga bütün ülkeye yayılacak ve Neandertal katiller bitmeyen öç bandanalarıyla gördükleri her canlıyı yok etmeye yönelecekler. Öte yanda bir zamanlar kurban ilan edilenlerin kurduğu devlet, İsrail, elele-vermiş-dünya-faşizmi sayesinde Filistinlileri “katledilmesi caiz” ilan etmiş ve dünyanın en demokratik ülkeleri diye bilinen ülkelerin çıtı çıkmıyor. Bir zamanların radikal duruşu olan “queer” oluşu kendilerine siper etmiş, milleti bir trans show/spectacle ile uyutup kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Ne zaman?
TARDİGRAD
İnsanın insana, insanın hayvana zulmü iyice artıp dayanılmaz hale geldiğinde; dünya ve yaşam hakkında tüm hayaller yitirilince ortaya böyle bir canlı çıkıyormuş:
En büyük özelliği hiçbir insan gücünün yenemeyeceği, alt edemeyeceği bir yaratık olmasıdır. Bunun başlıca nedeni, herhangi kesici bir cisimle saldırıya uğradığında, Yunan mitolojik canavarı Hydra gibi kesildiği yerden tekrar baş vermesi ve ayrıca kesildiğl yerden yeni bir canavara hayat vererek, geometrik şekilde çoğalmasıdır. Borges’e göre – metaforik de olsa – ortaçağda derebeyliklerin bir bir çökmesinin başlıca nedeni budur. Bu mitolojinin modern çağda hayat bulmuş en güzel versiyonu Kleist’in Michael Kohlhaas’ıdır. Tarihsel hazırlık çalışmaları anlamında en güzel örnekleri arasında 1789 Fransız Devrimi, 1917 Rus Devrimi, ve 2013 Gezi İsyanı vardır. Rivayete göre, bu çekişme, bu mücadele insan türü yeryüzünden silinene kadar devam edecektir. Her an kapıdan girebileceği gibi aramızdaki gizli, gözle görülmez mevcudiyeti, inkar edilemeyecek kadar aşikardır.
GELDİKLERİ YER
Çünkü onlar bambaşka bir dünyadan – hırsızlığın, kul hakkı yemenin, çocuklara, gençlere, kadınlara, kızlara, oğlanlara, hayvanlara tecavüzün doğal sayıldığı; insan hayvan demeden her türlü canlının canının yakıldığı, eziyet edildiği, katledildiği; eğitimin, kültürün aşağılandığı, alay konusu edildiği; Blanchot’nun “birinci tür ilişki” adını verdiği (ötekine ait herşeyin kendi özne pozisyonuna indirgenerek – ki bunlarınkine özne bile denilemezdi – yok edildiği); yalnız ve yalnız işgalci, acımasız, vahşi, kıyım ustası yaratıkların kabul gördüğü, Neanderal kapitalizmin doğduğu yerden – geliyorlardı.
İNSANI-AYAKTA-TUTMA-ŞÖVALYESİ
Hayatın ortasından sonra herşeyin tam anlamıyla tersine döndüğü bir bedende, dünyada, evrende yaşamayı sürdüreceğini rüyasında görse inanmazdı. “Böyle bir durumu gençlikte düşünebiliyor olsaydım, o an intihar ederdim”, diye düşündü. Ama anlıyordu ki, intihar etmenin de bir yaşı vardı. En geç yaşta intihar edenler arasında Mark Fisher, Paul Celan, hadi bilemedin John Berryman sayılabilirdi. İlki 48, ikincisi 49, sonuncusu 57 yaşında intihar etmişti. Yani, galiba, insan belli bir yaşı geçtikten sonra intihar da edemez hale geliyordu. Oturup sessizce ölümü beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu. Öyle bir his geliyordu ki insana, hayat öyle bir değersizleşiyor, hayatta yaptığınız herşeyden öyle uzak düşüyordunuz ki intihar etme düşüncesi, ya da bildiğimiz intiharın kendisi de değerini kaybediyordu. Ancak kaybedeceği bir şeyi olanların intihar edebileceği fikri, ön plana çıkıyor; o güne kadar hayat diye bildiğiniz şey opak bir perdenin ardında yitip gidiyordu. Yani, kaybedecek bir şeyiniz yoksa, hayat denilen şey zaten kaybolup yok olmuşsa, intihar etmenize de gerek kalmıyordu. Koltukta yarı baygın biçimde, fişin çekileceği anı bekliyordunuz. Fişin çekilme anı hiç gelmeyecek gibi hissetmeniz bir yana, elinizde, kolunuzda o prize ulaşacak hiçbir güç, arzu, istek kalmıyordu. Bu öylesine bir isteksizlik, arzusuzluk anıydı ki insanı-ayakta-tutma-şövalyesi gelip kapınızı çalsa sizi tekrar canlandırması imkansızlaşıyor; kara pelerinin altına alıp sizi soluksuz bırakıp boğmaya ikna edebilmenizden başka çareniz kalmıyordu. Sizi soluksuz bırakıp boğması için bunu çok istemeniz ve çok net bir şekilde gerekli mercilere bildirmeniz gerekiyordu. Zira, insanı-ayakta-tutma-şövalyesi’nin asıl görevi öldürmek değil hayatta tutmaktı. Arada bir onların arasından da bozuk karakterliler çıkabiliyordu ve boğma işini en iyi onlar yapıyordu. Yalnız karakterin sırf bozulmuş olması yetmiyor, şövalyenin karakterinin tamamıyla erozyona uğramış olması gerekiyordu.
AŞIRI DOZ
Hayat en başından beri onun için aşırı dozdu.
MÜZİSYEN KAVRAMINA MEZAR NASIL KAZILIR?
Bölüm I
Belki de müzisyen kavramını yapısöküme uğratmakta geç kaldık, hatta çok geç kaldık. Ya da, kendisini müzisyen kavramının yapısökümü sanan “ses sanatçısı” kavramını yapısöküme uğratmakta çok geç kaldık. Belki de bu görev dünyanın ücra köşelerinde yaşayan bazı insanlar tarafından zaten yerine getirilmiştir. Ama ben dünyanın en ücra bir yerinde yaşadığım için müzik kavramının yapısökümü ile ilgili haberlerin henüz buraya ulaşmadığı iddiasını kabul ederek, bu görevi bilerek ya da bilmeyerek tekrar üstleneceğim. Bu nedenle ve yalnızca bu neden adına, iddiamı kabul edilemez, affedilemez, kabul edilemez, hoşgörülemez, hayasız, saçmalıkta sınır tanımayan, teorik anlamda teorik olmayan veya teorik olmayan şekilde teorik olan iddialarla desteklemekle işe başlayacağım. Yakında anlaşılacağı üzere burada kelimelerle oynamıyorum. Ama ben müzisyen kavramına mezar kazmak için seslerle oynuyorum. Bu mezarın ne kadar derin olması gerektiği konusunda ne düşünüyorum? Şimdi biraz durup düşünmeye çalışmalıyım.
Bölüm II
Jean-Luc Nancy gibi duymak için dinlemiyoruz. Tam tersine, rezonans sonucu kendisini duyulabilir olarak sunan şeyi duymuyoruz, duymayı reddediyoruz.
Aşağıdaki konuda Bernard Baas’la aynı fikirde olmasına katılmıyoruz:
“- ‘saf rezonansı’ yalnızca bir koşul olarak değil, aynı zamanda duyumun başlangıcı ve duyumun açılışı, duyum-ötesi veya imlemenin ötesine geçen duyum olarak ele almak” .
Kısacası sesin duyum eşiğini atlamadan önceki haliyle ilgileniyoruz ve Schopenhauer gibi sormak istiyoruz: ses bir şeyi temsil eder mi? Etmiyorsa, sesten önce gelen bir şey var mıdır? Uğultu ne demektir?
Bölüm III
Müzisyen hayatta ne yapar? Ne ister?
Diyelim ki Plato gibi neşeyi, kahramanca duyguları, temsil etmelidir. Ama asla hüznü, üzüntüyü, dertlenme ya da insanı kederlendiren duyguları değil. Bir de bakarsınız dört nala gidiyorsunuz, her türlü engeli aşıyorsunuz. Çünkü o bir şeyi – o bir şey her neyse – onu temsil etmeyi becermişsiniz. Ürettiğiniz ses, bu bir enstrüman sesi ya da vokal olabilir – duyum anına ulaşmış, duyumsuz olma riskini geride bırakmış, yani rezonansın her türlü olabilme koşulunu yerine getirerek size ulaşmış ve bir şeyleri temsil ederek imleme protokolleri dahilinde içinizi, ruhunuzu anlamla doldurmuştur.
Peki bu imleme gücü, bazı sesleri bir araya getirip rezonansa sokma ayrıcalığı hangi sesleri dışarıda bırakarak kurulmuştur hiç düşündünüz mü? Ya biz uçuruma düşme pahasına bütün seslere, ses olmayan seslere, henüz ses durumuna geçmemiş kımıltılara, uğultulara yer vermek istiyorsak?
Bölüm IV
Yaklaşık 15 yıldan beri türlü makalelerde ve kitaplarımda, çoğunlukla felsefi açıdan açıklamaya çalıştığım, Deleuze felsefesinden yola çıkarak kurduğum, orijinali bana ait, “dezonans” kavramımı bu kez bazı örnekler vererek anlatmaya karar verdim. (Bunu yaparken, her şeye örnek verilebilirken, tek örneği verilemeyecek şeyin “örnek” kavramı olduğunun farkındayım.)
Dezonans’ın – sık sık karıştırılmasının aksine – ne rezonans ne de disonans ile bir alakası vardır. Dezonans gerek kavramın, gerekse ses’in hiçlikten varoluşa geçerken aldığı risklerle alakalıdır. Kavram ya da ses’e bir orijin tayin etmeden, bunların varoluşa geçiş anına odaklanıp, ne pahasına varoluşa geçtiğini düşünebilir miyiz?
Böyle bir iddianın, dahası konu, sesle alakalı olunca ne kadar zor bir düşünme etkinliği yaratacağını, düşüncenin bunu düşünürken karşılaşacağı zorlukların farkındayım. Örneğin, düşünceyle alakalı bir anı görselliğe dökmek temsil aracılığıyla en azından mümkün olsa da, böyle bir anı işitselliğe dökmek – bilhassa Schopenhauer gibi müziğin hiçbir şeyi temsil etmediğini düşünecek olursak – oldukça zordur.
Norveçli ressam Edward Munch’ün “Çığlık” adlı tablosunu düşünün. Resimde çığlık atan kişinin çığlığını duymayız. Resim Dışavurumcu bir yaklaşımla kullandığı renkler ve anti-figürsel yaklaşımıyla o duyulmayan çığlığı deneyselliğin kıyısından dönerek deneyimsel bir alana açar ve bütün bedenimizle o çığlığı duyar gibi oluruz. Tabloda duyulmadan kendini duyulur hale getiren ses dezonansa verilebilecek en iyi örneklerdendir. Atılmakla yutulmak arasında kalan çığlık, hangi işitsel riskleri göze alıp ses diye bildiğimiz, sesi oluşturan frekansları bir araya getirmekten imtina etmiş olmasına rağmen duyumsal anlamda kulaklarımızı delecek şekilde bize ulaşmıştır? Alınan risklerden söz edecek olursak en başta “ifade” gelir. Çığlık sonuçta acı ya da korkuya maruz kalınca vücudun ses telleri aracılığıyla verdiği bir refleks ya da isyandır. Çığlık kendini salt ses aracılığıyla ifade ederse (ki bu bazı yüksek frekansları rezonansa sokmakla gerçekleşir) ifade ettiği şey sözsel olana rahatlıkla dönüştürülebilir. Durum, tıpkı bu tabloya bakıp “bu kişi ne yapıyor?” diye sorduğumuzda alacağımız cevap gibidir: Çığlık atıyor. “Neden çığlık atıyor?” diye sorduğumuzda ise her şey değişir. Adeta yüzyıllardır orada birikmiş bekleyen bir varoluş sorununa parmak basmış oluruz. Adeta Göbeklitepe’de o sütünları inşa edip, üstlerine o figürleri çizip, o kabartmaları yapıp ardından bilinmez bir nedenle yaptıklarını gömüp, adeta yok edip, orayı terketmiş Göbeklitepe sakinlerinin uğramış oldukları o bilinmez lanete uğramış gibi irkilip kalırız. Çünkü çığlık atmış ve o çığlığı kendimiz bile duymamışızdır. İfade kendisini bizden kaçırmış sadece ürpertisini bırakmıştır. İfade edilen bizden kaçmış ya da sözsel alandan çıkmış ve duyumsal alana yayılmıştır. Rezonans değil de dezonansı ön plana alarak şöyle sorabiliriz: bugüne kadar ifade ve anlam aracılığıyla algıladığım ve rezonansla sınırlandırdığım dünyayı başka deneyimlere açmak mümkün müdür?
İşte tam da böyle bir bağlamda, Dezonans kavramının deneysel değil deneyimsel adını verdiğim bir kavrama davetiye çıkardığını farkedebiliriz. Deneyimselden kastım, aklın düşünce aracılığıyla kavrayamadığı bir şeyi, sadece kulak ya da gözle değil tüm bedeniyle algılaması ya da dekompozisyon adını verdiğim işlerimin dinleyiciyi böyle bir deneyimsellik alanına açabilmesidir. Dezonans, ses bilgimizi filtresinden geçirip işitsel corpus›u güncel işitsel ve siyasal stratejilere açmayı amaçlar. Bütün bedenimiz bir kulak olunca, ortada dinleyici adını verdiğimiz bir özne kalır mı? Böyle bir deneyimsellik, özne dediğimiz şeyin sınırlarını aşarak, ses üretimi dediğimiz şeyin kökenlerini sorgulamaya, izi silinen ritim öncesi rhuthmos gibi kavramların anlık akışsallığına, ritmi ancak böyle bir akışkanlıkta yakalamaya, sürekli elden kaçırma heyecanına dönüşebilir mi?
FRAGMAN I
Cin çarpmışlara dipnot yazma görevi ona verilmişti. Fakat bu görevin cin çarpmışları iyileştirmek, diriltmek, tekrar hayata döndürmek gibi dünyevi niyetlerle alakası yoktu. Öte yanda şu soruyu sormadan da edemiyordu. Çarpılmaktan dolayı mutlu muydular? Dipnot yazma görevi ya da gerekliliği tam da bu noktada kendini belli ediyor, hayatın ana metin olarak hedeflendiği bir dünyada cin çarpmışlığın ancak hayata düşülmüş dipnotlar olarak algılanmasına yol açıyordu. Yazılsa bir türlü, yazılmasa başka türlü bir durumdu. Ya bütün cinler çarpılacak – bu ancak cin çarpmaların haritasını çıkartmakla mümkündü ya da herkesi cin çarpacak ve o harita sonuçta sonsuzda herşeyi ve herkesi kapsayacağı için yapılmasına ne imkan olacak ne de gerek kalacaktı.
MICHAEL K. NEDEN GÜNÜMÜZE ERİMEKTEDİR?
Çünkü Coetzee olayın olduğu zaman ile olayın anlatıldığı zaman arasındaki ayrımı yıkmak kendisini okuyucu pozisyonuna yerleştiren öznenin özne olma durumunu bozmakla kalmaz, böyle bir durum karşısında öznenin kendini kurma stratejilerini de bir bir yok eder. Örneğin, anlatıcı tarihsel olarak algılanabilecek bir olaydan bahsetmektedir ama olayın tarihin akışı içinde olup olmadığı kuşkulu olduğu gibi ne zaman başlayıp ne zaman bittiği sorun haline gelmiştir. Kölelik, örneğin, geçmişte olup bitmiş bir şey midir, yoksa günümüzde çok daha geniş alanlara yayıldığı için algılanamaz bir hale mi gelmiştir? Ya da kölelik yeryüzünde sadece birkaç bölgede geçerli bir oluş biçimi midir yoksa hepimizin bir şekilde müdahil olduğu bir yönetim biçimi midir?
Kafka’nın köstebeğinin gözleri kördür nerede olduğunu ve nereye gittiğini bilmediği yuvanın içinde; kimsenin ona ulaşamayacağını ve kendisinin de kimseye ulaşamayacağını bildiği dehlizlerde korku içinde düşmanını bekleyerek döner durur; bir yere ulaşmayacağı bellidir ve düşmanı saydığı yaratık da büyük ihtimal ona hiç ulaşamayacaktır (zira ulaşmanın önünün tıkanması korkuyu, endişeyi ve sinmeyi bine katlayacaktır) ama anlatmaktan vazgeçmez –Beckett’in anlatacağı şeyler bitmiştir ama anlatmaktan vazgeçmez: ağzında tek tek emip çıkardığı taşlar vardır sayılacak, anlatılacak – her iki durumda da anlatıcıyı nihayete erdirecek nokta kaybolmuş, o nokta gitgide genişleyerek bütün zamanı içerecek hale gelmiş, geçmiş ve geleceği yok ederek sonsuz bir şimdi olmuştur. Her şey aynı kalacaktır.
UÇURUM BİLGİSİ
Dünyada insan tarihinin ne olduğuna dair ilgi arttıkça ortaya bir uçurum ya da anlam boşluğu çıkar. Anlamın sabitlenemeden dolaşıma girdiği bir dünyadır bu ve gerçekte “dünya”nın anlamı da budur. Böyle bir yerde neye güvenebilir insan? Ya da, nasıl felsefe yapılabilir? Bu soruya hemen cevap vermem gerekirse, güvenmemiz gereken tek şey bu uçurumdur. Felsefi faaliyeti kendine çeken ve onu kuran şeydir uçurum. Bir eksikliğin, anlam eksikliğinin değil ihtimallerin uçurumudur bu. Heidegger’in “varlık hiçliktir” olumlamasıyla ortaya çıkan ihtimaller çoğunluğudur. Nihilist bir önerme değil tarihin bizi daha önceden tayin edilmiş, netleştirilmiş, belirlenmiş bir yere taşımayacağının olumlanmasıdır. “Kemale ermiş insan” ya da “cennet” türü hiçbir şey vaad edilmemiştir bize ve hala bu terimlere inanan insanlar bile şunu bilirler ki anlam denen şey nihai bir vaade referansla değil her gün bizim aramızda tekrar tekrar, yeni baştan kurulan şeydir. Bunu, bilimsel ya da felsefi olmayan, buna karşın, deneyimlenmiş, varoluşun en banal yönleriyle yaşanmış, en keskin halleriyle hissedilmiş, karanlık bir bilgi aracılığıyla biliriz.
Akademik olmayan bu varoluş deneyimi hayat aracılığıyla bize kendini iletir ama aynı zamanda akademik bilgi aracılığıyla anlam üretme çabalarımıza kendini kapatır. Felsefenin içinden yükseldiği ve hep geri dönmek istediği deneyim unsuru tam da budur. Felsefe uçurum bilgisi, gerçekliğin yüreğinde yer alan uçurum bilgisidir.
DÜNYAMIZ
Bios ve logos arasındaki dengeyi, uyumu bozsak ne olur? Zaten hiç dengede olmuş mudur? Özgür konuşma denilen şeyin, “parhhesia”nın, doğruyu söyleme cesaretindeki doğrunun hiçbir zaman doğru şekilde ele geçirilemeyeceğini söylemek başka, bu söylenemezliği fırsat bilip söylemini, ikna gücüyle destekleyerek, doğruyu söyleyeceğim diye yalan üstüne yalan söylemek ve doğru / yanlış, gerçek/ sahte ikiliklerini yıkacağım derken, ikisi arasında fark olduğu gerçeğini tamamen unutturma, bütün tartışmayı görecelilik eksenine taşıma çabasından oluşan DÜNYA.
GEÇ KALDIN
Ben bu ojeleri boşuna mı eskittim? Daha dün sürmüştüm. Aradan sanki 100 yıl geçti ve ben hala bu dehlizi kazmaktayım. Tırnaklarımla. Çıkış yolu bulamayacağım kesin ama aramıyorum da. Bu sefer kupalarımı da getirdim. Saat kaç gibi burada olursun?
Söz vermiştik birbirimize. Virilio’nun “Görüntü Makinası” adlı kitabını oturup yeniden yazacaktık. Ya da madem bu kadar çaba sarfedecektik, “Gözlerinin Alabildiğince Sanat”tan mı başlasaydık? Başlıca amacımız, birlikte bu dehlizi kazarken, 1001 Gece Masalları’nın Şehrazadı gibi, görmeme üstüne olan düşüncelerimizi okuyucuya sunabilmek olacaktı. Görmeden yol almak ya da yol almadan sanat yapmak. Gözlerimin alabildiğince sanat yapmak, ufuk çizgisine kadar gidip, yok oluşa davetiye çıkartmak değil miydi? Yoksa biz mi yanlış anlamıştık? Yoksa bu, sanattan başka hiçbir şeyi görecek halimizin kalmayacağı türde bir sanat mı olacaktı?
Her zamanki gibi geç kaldın. Beni bekleyişle başbaşa bıraktın.
Yazının devamına ''Barbarları Beklerken'' Kasım - 2024 sayısından ulaşabilirsiniz.